Eleştiri Örnekleri / Mehmet Kaplan – Ses
Eleştiri örneklerinden biri Mehmet Kaplan tarafından kaleme alınan “Ses” adlı eserdir. Bu yazıda Yahya Kemal’in şiirleri hakkında eleştiriler yapılmaktadır. Yazı Mehmet Kaplan’ın yaşadığı dönemin diline uygun olarak oluşturulduğu için, bugünkü dile göre yabancı sözcükler içermektedir. Fakat eleştiri türüne çok uygun ve nitelikli bir çalışma olduğu için örnek olarak gösterilmektedir. Yazı şöyle başlamaktadır:
Yahya Kemal’in şiirlerinde tabiatın ana kuvvetleri dile gelir. Deniz, gök, gece, hayat, aşk, ölüm, kitle ruhu… Bu büyük temler kendilerine uygun, sade fakat muhteşem bir inşa içinde yükseldikleri zaman, bizde büyük mimarî eserlerinin intibalarıni uyandırırlar. Bu intibaa, ekseriya, güzelliğin üstünde bir ulviyet hissi refakat eder.
Fakat, tabiatın ana kuvvetlerini, mahiyet ve ebadını bozmadan, ifade ve idare edebilmek ne kadar güç bir iştir; bu büyük bir gürültüyü, en nefis bir musiiki hâline getirebilmek demektir. Orkestraya verilen nizam, bir parça bozuldu mu dünyanın en çirkin bir hercümerci içinde kalınır. Büyük şiir, güneş sistemi gibi bir sisteme ihtiyaç gösterir.
Yahya Kemal’de, hayrete şayan olan şey “unsurların sentezi”dir. İçinde, bir tek unsurun kıymet kazandığı sanat eseri, ancak ileriki bir tekâmülü hazırlayan bir merhale olabilir. Türk edebiyatı, şimdiye kadar, hep münferit unsurları inkişaf ettirmiş gibidir. Divan şairinde, “haricî ahenk var ama, derunî Âlem ve hür muhayyile yok” diyoruz. Tanzimat sonrası şairlerinin kiminde fikir, kiminde his, kiminde imaj, kiminde Türkçe var ama, mükemmel bir şiirden beklenilen “bütün” yok diyoruz.
Yahya Kemal, Türk edebiyatında ilk defa, muhteva, imaj, musiki ve şirin gizli – aşikâr bütün unsurlarını tam bir sentez halinde ihtiva eden şiiri yaratıyor. Ancak, onun eseri karşısında, susu iyi ama, susu kötü; bu var ama, şu yok, şikayetlerini bırakıyoruz. İşte Yahya Kemal, bunun için “ölçü” dür. Herhangi bir kimse, bu “ölçü” ile, herhangi bir türk şairinin kıymeti hakkında, aşağı yukarı doğru bir hüküm verebilir. Yine bunun için, Yahya Kemal’in şiirinde- temler, bütün vasıtalarını kullanan bir orkestrada çalınan bir senfoni gibi, zengin ve geniş bir şehrayin hâline geliyor.
Yahya Kemal’in kullandığı temler, tabir caizse, “zorlu” temlerdir. Vasıtaların fakirliği ve idare edemeyiş, onları nasıl gülünç yapabilirse, kendilerine karşı alınan uygunsuz tavırlar da, insanı, kolayca adîliğe götürebilir. Mesela kitle ruhunu, sonuna kadar açılmış bir radyo veya davul vurur gibi terennüme kalkanlar vardır. Aşkı canavar soluması hâline getirenler çoktur. Nihayet, ölümü, cehennem şarkısı yapanlar da bulunur. Bir temi, orijinal bir şekilde ele alış, zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Daha temi kullanma tarzından, şairin şahsiyeti anlışılır, bu hususta Yahya Kemal’in aldığı tavır, dikkatle incelenmeğe değer bir mevzudur.
Yahya Kemal, modern cereyanlarda bol bol bulunan “ifrat‘tan hoşlanmaz. O, ham bir mermer nasıl heykel olamaz, nehir veya fabrika gürültüsü nasıl bir musiki teşkil edemezse, vahşi ruh hâllerinin inzibatsız bir surette ortaya dökülmesinin de hakiki şiiri vücuda getiremeyeceğini çok iyi anlamıştır. Şüphesiz, bundan dolayı o, “şekil”e kendini değil, mevzuu olan devleri bağlayan bir zincir nazariyle bakar. Aristo’nun binlerce yıl önce bulduğu Kataris fikri, Yahya Kemal için bugün de bir realitedir.
Şair ihtirasları yumuşatıcı birçok usuller kullanır. Meselâ, beşeriyeti, hayat, düşünce ve sanat sa-hasınnda, çılgınlığa kadar götüren ölüm, onda (Rindlerin Ölümü) sakin bir mevsim hâline inkılâp eder. Bu güzel şiiri okurken, Yunus’un, toprak altında tenin çürüyüşünü anlatan dehşetli ölüm tasvirlerini, Hamid’in “Makber”de attığı çığlıkları hatırlamalıdır.
“Ses”te aynı klasik tavrı, aşk temine tatbik olunmuş görürüz. Aşk, umumiyetle, ‘doğrudan doğruya, duyulduğu anda ifade olunmuştur. Dünya edebiyatı bu vahşî hissin altında, şairlerin çıkardığı feryatlarla doludur. Divan şairi “âhi”ının, yıldızlara kadar, siyah ve kıvılcımlı bir duman hâlinde yükseldiğini söylemek suretiyle bu duygunun verdiği dehşeti anlatmağa çalışıyordu. İhtiras, faaliyet anında, insanı altüst eden, bozguna uğratan bir kuvvettir. Alelade şairlerin pervasızca söyledikleri gibi, o insanı kudurmuş bir canavar hâline koyar. Şairin gayesi ise ulamak değil, şarkı söylemektir. Fakat vahşi olanı, dejenere etmeden, olduğu gibi nasıl iade etmeli? Çünkü sanat oyun değildir.
Hele Yahya Kemal hiçbir temi üzerinde oynamamış, onları bir kader gibi kabul etmiştir. Şair “Ses” şiirinde, bu iki ucu kurtaran şöyle bir usul kullanıyor: Realiteyi tahattur yolu ile anlatmak! Hatıra, reelin öz ve arınmış hâlidir. Hatırada, hayat olduğu gibi bulunmakla beraber, vahşîliğini kaybetmiş, hatta şair, daha ileriye gidiyor. İhtirasın dehşetini, tabiatle gizlemeğe çalışıyor. Harikulade bir oyunla, ondan kaçıyor ve kaçarken yakalanıyor. “Ses” şiiri bir kaçış esnasında yakalanıştır. Bu surette teminden kaybetmek şöyle dursun, kader kudretinde bir mahiyet kazanıyor. Bağırıp çağırmadan, nefis bir musiki içinden bize, aşkın ebedî olduğunu telkin ediyor.
Fakat bu şiirde, tam işlenişi bakımından, çok daha mühim bir nokta var ve bu, öyle zannediyorum ki, edebiyat tarihimizde, ilk defa, Yahya Kemal tarafından gerçekleştirilmiştir. Ruh hâlinin kendi “duree”si içinde anlatılması. Bu suretle şiir, önce derunî bir oluş ve akışı anlatan bir sanattır .En evvel, şekli bunu icap ettirir. Olmuş bitmiş ve sabit şeydir (meselâ fikir, resim) onun mahiyetine yabancıdır. Daha doğrusu, asıl vazifesi “ruhî zaman” (duree interieure) anlatmak olan şiirde, her unsur, bu akış içinde kıymez kazanır. Daima ruhî zaman içinde görünen tabiat manzaralarına bakarak, Yahya Kemal’i Rarnas addetmek kadar yanlış bir şey olmaz. Parnas, başlayan ve biteni, yahut başlamış ve bitmişi, (donmuş eşyayı) anlatır. Yahya Kemal ise, devam edeni, akanı, başlangıcı ve sonu olmayanı tasvir eder. “Ses” şiiri, bütünü ile Bergson ruhiyat ve felsefesinin esası olan, hiç bir şeyin sona ermediği, ruh ve kâinat âlemlerinin ebedî bir akış olduğu fikri üzerine dayanır. (Şairin bu cereyandan müteessir olduğunu iddia etmiyorum, fakat şiir ile aynı prensibe varıyor). Şiirde ruhî akış, hiçbir anı
diğerine benzememek şartıyla, perde perde, merhale merhale takip olunmuştur. Öyle ki, ne şair, ne biz, bir mısra sonra, ne olacağını kestiremiyoruz. Hâller, insanı gaflet içinde yakalıyorlar. Şirin iç bünyesini teşkil eden bu merhaleler, ayrı ayrı gösterilirse, fikir daha vazıh olarak meydana çıkacaktır.
Başta, şairi, kalb ağrılarından kurtuldum sanmanın yalancı neşesi içinde buluyoruz. Söyleyiş, son derece sakin ve yumuşaktır. Bu, hakikaten, hastalıktan yeni kalkmış bir insanın konuşması gibi, fazla heyecan ve hareketten arî bir başlangıçtır.
Günlerce ne gördüm ne de bir kimseye sordum, Yârab hele kalb ağrılarım durdu diyordum. Bundan sonra, “nekahet” in verdiği sevinçle, ruh haleti ve ton biraz yükseliyor.
His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı,
Gönlüm bu sevincin hâlecanıyle, kanatlı,
Bir taze bahar âlemi seyretti felekte.
Artık, növbet buhranlarından sıyrılan gözlerle, şair kendisini daha iyi edeceğini sandığı “tabiat“a bakıyor ve tabiat, ona karanlıktan birdenbire aydınlığa çıkanların duydukları gibi, parlak ve harikulade görünüyor. Boğaziçi’nin zengin manzarası, Bebek’te bir akşam vakti,”mütehayyil mevsim“… Kendisinden ayrılan ruh, kurtulmuş olmanın neşe ve sevinci içinde, “haricî âlem“i, bütünüyle kucaklamak istiyor. Şair, tabiatta ruhun erdiği bu sükuneti anlatmak için muhteva ile üslûbu harikulade bir ahenkle meczediyor. Göz hür serbest, bütün mesafeler üstünde geziniyor, ıstırap saatinin, bakışı bir noktaya çivileyen esaretinden ne kadar uzak. Her şeyi, her şeyi görmek mümkün…
Tâ karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam,
Sakin koyu, şen cepheli kasriyle Küçüksu,
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu.
Gözün, bu dağınık ve sereserpe dolaşması, kalb ağrılarının pençesinden kurtulmuş olmanın en açık ve güzel ifadesi değil midir? Burada “mekân”ı, âdeta, ruh vücuda getiriyor. Şair, bu huzur ve sükûnu, daha kesif olarak duyurmak için, mırıldanır gibi, birbirinin hemen aynı olan kelimeleri tekrarlamaktan zevk duyuyor:
Akşam, lekesiz, saf iyi bir yüz gibi akşam!
Biz, diğer insanlar da, böyle bir ruh hâli içinde, basit olarak, “çok şükür, çok şükür Yarabbi” yahut “ne güzel, ne güzel Tanrım! kelimelerini tekrarlamaz mıyız?
Sıtmalarda, bütün ihsas pencereleri kapanmış olan ten, şimdi, çocuk gözleri gibi, uyanmıştır. Rüzgârın, sade kendi üzerinde yaptığı ürpertmeleri değil, eşyanın ve ağaçların teninde bıraktığı ihsasları bile duyacak kadar tazelenmiştir:
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar,
Sakin, duyuyor rüzgârın ahengini dal dal…
Çok güzel işime yaradı fakat uzun elim ardı ya off
Ya çok teşekkür ederim kesin odevimden tam puan alicam kim yazdıysa sağolsun
bana güzel eleştiri yazısı gönderir misiniz lütfen acil ödev yapmam gerek ama kısa olsun ben 5e gidiyorum istanbulda oturuyorum nolur sesimi duyanlar
hali karnas balıkçısı yaz bide eleştiri yaz çıkar emir
güzell hııhıı